Sivaslı Mutlu Son Hizmeti – Masör Ece
Sivaslı Mutlu Son Hizmeti – Masör Ece
Sivaslı Mutlu Son kendini lanetlenmiş hissetmesi gerekirdi; basan, şan, şöhret adına ne var ise tümü düzmeceydi. Salt bir şeyler yazma olayı, bir başarısızlık anlamı taşımıyor mu acaba, diye düşünürdüm. Sadece Varery’nin Mösyö Teste’i insanlığın mutlak umutsuzluğunu soylu bir şekilde dile getiriyor gibi geliyordu. Böylece, Tanrının yokluğu adına, daha başlangıçta Tanrının bana esinlediği, dünyadan el etek çekme fikrine kapıldım. Ne var ki, bu sSivaslıuluk, bu keşiş şeklinde inzivaya çekilme, bir yere ulaştırmıyordu kişiyi; bir kurtuluş değildi. Önünde sonucunda yapılacak en dürüst şey, ferdin kendini ortadan kaldırmasıydı: Bunu kabul etmek zorunluluğunu duyuyor ve doğa ötesi nedenlerden intihar edenlere hayranlık besliyordum.
Sivaslı Mutlu Son benim intihar etmek şeklinde bir niyetim yoktu; intihar edemeyecek denli korkuyordum ölümden. Evde bir tek kaldığım zamanlar, tıpkı on beş yaşımdayken olduğu benzer biçimde, ölüm korkusuyla cenkmak durumuna düştüğüm anlamış olur oluyordu. Titreyerek, ellerim terleyerek ve aklım başımdan gitmiş bir biçimde “Ölmek istemiyorum!” diye avaz avaz haykırırdım. Ve ölüm, ağır ağır yaşamımı yemeye başlamıştı bile. Herhangi bir uğraşım olmadığı için, vakit birbirini sonsuza dek yitiren anlara bölünüp dağılıyordu. Bu şekilde “kademeli ve parça parça ölmeye” gönlüm razı gelmiyordu bir türlü. Schopenhauer’den, Barres’den koca koca sayfalar, Madam de Noailles’dan dizeler kopya ediyordum günceme.
Sivaslı Mutlu Son
Sivaslı Mutlu Son deliğinin bir anlamını, bir amacını bulamadığım için, ölüm daha da korkunç görünüyordu. Oysa yaşamayı da tutku ölçüsünde seviyordum. Yaşama ve kendime yeniden bağlanmam, yine inanmam için, aslına bakarsak pek fazla bir şeyler de gerekmiyordu: Berck’deki öğrencilerimden alacağım bir mektup, Belleville’li işçi kızlardan birinin bir gülümsemesi, Neuilly’deki okul dostlarımdan birinin bana yakınlık gösSivaslısi, Zaza’nın bir bakışı, bir teşekkür, bir tatlı söz mutlu olmama yetip de artıyordu bile, Çevreme yararlı ve lüzumlu olduğumu, sevildiğimi sezdiğim anda, ufuk Sivaslı Yakasılanıyor ve beni yeni soluklanmalara götürüyordu: “insanlar seni sevsin, sana hayranlık duysun, lüzumlu ol, olmazsa olmaz ol, başkaları için anlamı olan biri ol.” “Söylenecek yığınla şeyim” olduğuna gitgide daha çok inanıyordum ve bunları söyleyecektim.
On dokuzuncu yaş günümde, Sorbonne kitaplığında oturdum, iki ses içinde gelişen uzun bir diyalog yazdım. Seslerin ikisi de kendi sesimdi: Biri, her şeyin boşluğundan, nefretten, tükenmekten söz ediyor; öteki, verimsiz kısır bir yaşantı içinde bile yaşamın güzel olduğunu ileri sürüyordu. Bir gün bakıyordunuz, umutsuzluk uçurumlarında yuvarlanıyordum, ertesi gün bakıyordunuz, eteklerim mutluluktan zil çalıyor. Bir an karamsarlığa kaptırıyordum kendimi; bir an sonra bulutların üstünde dolaşmaya başlıyordum. Bütün o güz ve kış boyunca, duygulanma yön veren, düşüncelerime ağırlığını koyan, günün birinde kendimi tekrar “yaşama yenik düşmüş, kırılmış” olarak bulmak korkusuydu. Bir sarkaç düzeninde mutsuzlukla umut arasında gidip gelen iç dünyam ve duyduğum çeşitli kuşSivaslır, beni dehşete düşürüyordu. Sıkıntıdan boğulacak benzer biçimde oluyordum; yüreğim burkuluyordu. Kendimi umutsuzluğa kapardım mı, gençliğimin ve gücümün olanca taşkınlığı ile kaptırıyordum. Duyduğum ruhsal acı, fizyolojik bir acı ölçüsünde yıpratıyor, tüketiyordu beni. Gözlerimden yaşlar boşanarak. Paris dolaylarını kilometreleri devirerek, bilmediğim, görmediğim bölgeleri seyrederek, arşınlıyordum.








Son yorumlar